Perşembe, Aralık 24, 2009

maslak ne acaip yer!

dün bir iş görüşmesi yaptım. maslak'ta bir plazada, güzel döşenmiş bir mekanda, camdan duvarları olan bir odada ve sanayiye karşı... portfolyomu gören ajans başkanı (ki burası köklü bir interaktif ajans) benimle çalışabileceğini düşünmüş ve beni görüşmeye çağırdı. uzun bir zaman görüşmeye gitmek için çabaladım, gidemedim çünkü adreslerini bulamadım ve sonra ajans başkanı'na ulaşamadım, kandırıldığımı düşündüm falan filan. sonra yine sözleştik ve üstüme beyaz bir şeyler giyerek oraya gittim. maslak'a... bayırlı sokaklar, camdan binalar, takım elbiseli insanlar, otomobiller, taksiler, ajans başkanları ve beyazlı büke...

iş görüşmesi aşırı derecede yavaş ve aynı derecede hızlı oldu. çünkü ben aslında oraya illüstrasyon için çağırıldığımı düşünürken, karşıma web tasarımı için çağırıldığım gerçeği çıktı. ajans başkanıyla yaptığımız görüşmenin kısa ve öz ayrıntılarını aşağıda bulabilirsiniz. bir de ben ajans başkanı olsam asla ajans başkanıyım demezdim ne o öyle sınıf başkanı gibi.


ilgili metinde ajans başkanı AB, büke ise b. olarak belirtilmiştir. adı geçen şahıslar aslında fazlasıyla varlar.


AB. merhaba
b. merhaba
AB. nasılsınız
b. iyiyim sağolun siz
AB. yoğunuz
b. ne güzel
AB. metinde yazıyormuşsunuz
b. evet işimi yaparken aynı anda onu savunmayı da seviyorum.
AB. flash biliyor musunuz?
b. hayır
AB. after effects?
b. hayır
AB. biz burada avrupa'dan bize ödül getirebilecek işler yapmak istiyoruz. yaratıcı, iyi tasarımları olan ve weble uğraşan birilerine ihtiyacımız var. daha önce web tasarım yaptın mı?
b. hayır
AB. hint kumaşı'nda işlerini gördüm. web işi yok gibi.
b. evet grafik tasarımcıyım ben...


işte böyle bir muhabbetti. umutlarımı bir kez daha en derinlere gömdüm... sonradan ajans başkanı benden cv'mi göndermemi istedi. bende yine bir ön yazıyla gönderdim;


Merhaba,

Dünkü görüşmeden sonra cv atmak aslında biraz manasız geldi bana. Çünkü web işinde yeterli olsamda eksiklerim çok fazla. Daha illüstratif ve daha relax interface'lerden başka bir tasarım-uygulamada (yani flash işler, banner'lar gibi) size faydalı olamam. Yine de ben çok ciddi bir şekilde iş arıyorum :) Ciddi şekilde derken, yürüdüğüm yolda arkamda ayak izlerim kalsın istiyorum.

Siz değerlendirmeniz sırasında bana çok fazla şans veremesenizde, sizden çok küçük bir ricam olabilir mi? Hep çalışıp çabalamamın sebebi iyi bir reklamcı olabilmek. Onun için gerçekten gücümün son damlasına kadar çalışıyorum. Ricam ise; cv'mi eğer mümkünse reklamcı tanıdıklarınızla paylaşabilir misiniz? Sizin referansınız da benim için oldukça önemli.

Bu arada oyunlar için ya da başka projeler için illüstrasyona ihtiyacınız olursa (ya da herhangi bir tasarım işi) ben buradayım.

Çok teşekkür ederim.

İyi çalışmalar...

oeeh

valla şımarıklığı iyice ele aldım artık. insan sonu olmadığını düşündüğü işlere daha cesaretli atlıyor. hele ki kaybedecek bir şeyi de yoksa... benim kaybettiğim mutluluğum ve neşem oldu. artık kaybedecek birşeyim de kalmadı. kimseye belli etmesemde mutsuzluğum ve hayata olan tahammülsüzlüğüm giderek artıyor.

insanın sevdiği şeyleri yapması çok lazımmış hayatta. çünkü bir bakıyorsun yaşın gelmiş 28'e ama, ne sevdiğin şeyleri yiyebiliyorsun, ne istediğin işi yapabiliyorsun, ne de yürümek istediğin sokaklarda yürüyebiliyorsun. ne bileyim tuhaf birşey. böyle zamanlarda her gün ölüme bir gün daha yaklaştığımı hissediyorum. ama sevdiğim şeyleri yapınca bir gün daha yaşamış oluyorum...


Merhaba,

Ben Büke ve ekte de cv'm var. Emel Hanım'dan aldım adresinizi.

Yaratıcılığımı kullanabileceğim her alanda çalışıyorum, ama uzmanlık alanım grafik tasarım ve illüstrasyon. Türkçe'yi iyi kullanırım, kelimeleri birbirine yakıştırırım, yerlere çöp atmam ve tükürmem ayrıca güzel yemek yaparım.

İnsanlarla ve hayvanlarla iyi geçinirim. Alerjim olsa da bir köpekle karşılaştığımda ona sarılmadan edemem. (tabi çok büyükse sarılmam)

Şu an çalıştığım yerde kariyerimin istemediğim bir yere doğru gideceğini düşündüğüm ve yaparken beni "ben" olmaktan çıkaran işlerle uğraştığım için sabahları beni büyük bir neşeyle kaldıracak, trafik vb. İstanbul işkencelerinin derdini unutturacak, deli gibi sevecek, ömür boyu sürecek bir iş istiyorum. :)

Belki ütopik ama yine de çok da fazla olmadığını düşündüğüm bu hayalci kızcağızın cv'sine bir göz atıp değerlendirirseniz mutlu olurum.

çok yalnız hissediyorum

insan başkasına kendini beğendirmek için ne yapmalı? işlerim yetersiz mi? illüstrasyona biraz daha fazla ağırlık verdim diye grafik tasarım yapamayacağım mı düşünülüyor?

yoksa bu ilanların hepsi kolpa mı lan?!

bir başkası da bu, iş artık yalakalıktan gevşekliğe doğru gitmekte...


Ruhsuz ve sevgisiz dünyaya inat içinden ruh fışkıran, kendi egolarından kurtulmuş bu gence bir şans tanımanızı isterim.

Hep kendimin grafikeri, kendimin metin yazarı oldum. İnsanları tanıyıp nasıl düşündüklerini kolayca kavrama yeteneğim var. Buna mukabil olarak da reklamcılığın aslında reklamcıların kafasında oluşturdukları fikrin muhteşemliği değil, işini, ürününü satacağı potansiyel herkesi, her kesimi iyice analiz etmesinden geçtiğini keşfettim. Bir süredir bu şekilde düşünüyorum.

Süslü kelimeler mi ettim bilmem ama, etmek istemedim. Hırslı değilim ama azimliyim. Bir işi aldığımda bitirene kadar peşinden ayrılmam. Hızlı çalışırım, hızlı araştırırım, çok hızlı öğrenirim. Aslında en önemlisi çok hızlı sezerim. Sezercik'im... Babam var benim.

www.bukesevindi.com
http://issizgunlugu.blogspot.com/

zebralar neyle beslenir?

bu sorunun cevabı: art director!

yapılan başvurular ve sonrasındaki beklemeler sonucunda elimde olan hiç bir şey olunca, bende özgüven yavaş yavaş sönmeye başladı.

kendimi yeterince ifade edemediğimi düşünüyorum ve zebra'ya attığım ön yazıyı yazıyorum.

Merhaba,

Grafik tasarımcı olarak çalıştığım süre içerisinde bir çok sektör ve kurum için çok çeşitli işler hazırladım. Bunların içinde belediyelerden, holdinglere kadar bir çok iş var. Grafik tasarımın yanı sıra illüstrasyon'a da meraklıyım. Bu konuda da bir çok çalışmam oldu. Özgeçmişim ekte ve aşağıdaki linkte de çalışmalarım ikamet etmekte. Değerlendirirseniz çok sevinirim.

www.bukesevindi.com


Sevgi ve saygılarımla



bir de tüm bu cümleleri yazarken ciddi mi olmalı, neşeli mi? yoksa biraz geyik mi yapmalı? samimiyeti dozunu nasıl ayarlamalı? henüz çözebilmiş değilim yahu...

yine de kimse aramıyor.

yeniden, yeniden, yeniden...

youth republic'e çok inanmıştım. durmadan bir yerlerde ilanlarını görüyordum ve her gördüğümde de mail atma ihtiyacı hissediyordum. sonrasında bir de baktımki, sanırım artık benim deli olduğumu düşünüp mail adresimi "spam olarak işaretle"mişlerdir. umut fakirin ekmeği olduğu gibi, cv ve internette işsizin yoldaşı olabilir pekala.

Merhaba Youth Rebublic'in genç insanları sadece cv göndermekle olmaz dedim ve oturup kendime bir web sitesi hazırlattım ki size gönderdiğim bu 285'inci mailden sonra umudumun hala kaybolmadığı bilinsin. Ekte yine cv'm var ve artık bir web sitem var.

www.bukesevindi.com


Sevgi ve saygılarımla

Büke Sevindi

neden bu kadar salağım

kendimi hiç bu kadar açmamıştım... Bu da en sevdiğim ve çalışmayı arzuladığım reklam ajansına gönderdiğim ön yazı. youth republic'e. onlara beni görüşmeye bile çağırmadıkları için sinir oluyorum!

Bir de bu yazılarda yalakalık üst seviyede!


Ben heyecanlı dünyayı ve içinde olan biteni seven ve her birinin içime işlemesiyle giderek parlayan bir insanım. Sizin neşenize, gençliğinize, aydınlığınıza: bilgim, yeteneğim ve tecrübemle katkıda bulunarak süper işler yapmak istiyorum.

İllüstrasyon, grafik tasarım, kurumsal kimlik tasarımı için canımı veririm ama reklam için ruhumu satmam, barış ve sevgiye inanırım ama geçmişin çiçek çocukları gibi sonradan kapitalizmin kölesi olmam, işimi severim canla başla çalışırım ama bunu yaptığım için böbürlenmem. Uyumluyum, ikizler burcuyum, komik ve gevezeyim. Her insanoğlu gibi bazen gerizekalı davranışlarda bulunabilirim. Bir iş yetişecekse robota dönüşebilirim. Kendimi ve insanları severim. Birlikte çalışabilmek umuduyla...

ve bir. ve kii. ve bir, ki, üç

başvurulara başlıyorum. 22 ekim: bir şubesi istanbul'da diğeride hindistan'da bulunan igoa'ya "beni bilin" subject'li cv gönderme denemesi. bir ki, bir kii

Merhaba, size ilk cv gönderişim. Çalışma ortamınız ve yaptığınız hayranlık uyandıran işlerle o kadar sıcak ve aynı zamanda katı görünüyorsunuz ki :)

Ekte cv'im var, ayrıca www.bukesevindi.com adresinde işlerim var.

Belki değerlendirmeye alırsınız ve o katı sıcak dünyada bir yerim olur.

Sevgilerimle...

Ön yazı

ve işte yeniden buradayım. işe başvurma sayımın çokluğunu size ispatlamak ve yazma isteğimi kamçılamak için geri döndüm. Ne yazık ki bu kadar çok insan, bu kadar çok iş kolu, bu kadar çoook reklam ajansı ve bu kadaaaar çoookk firma, ürün, hizmet varken, yapılan başvuruların sayısıda onunla orantılı oluyor.

Bundan böyle yaptığım başvuruların ön yazılarını burada paylaşmaya karar verdim. belki de çok beceriksizim. ondan bi iş bulamıyorumdur.

Cuma, Ağustos 07, 2009

pikselleştim

yeter ulaaaan ne bu sıcak be! güzel ülkemin en güneyindeki sıcaktan öleceğimi düşündüğüm illerinden birine gittim o kadar serindi ki!

ey istanbul neden bizi bu kadar ısıtıyorsun? intikam değil mi? seni bunca yıldır üzen, üstünden geçip giden onca insanın intikamını almak için bize böyle eziyet ediyorsun... bak kardeş kendini ne sanıyorsun bilmiyorum ama bana bu şekilde davranamazsın!

Ne bu be? fırında mı yaşıyorum, açık hava saunasında mı yaşıyorum? ölücem yeter. yeter yeter yeter. yeter ya! bırak artık. içim dışıma çıktı, uyuyamaz oldum! yemek yiyorum sonra terleyip sıkılmaktan midem bulanıyoru kusuyorum. anlatabiliyorum değil mi. klimayı üstüme üfletmekten ciğerlerim hırıldamaya başladı...

sıcaklar kendinize oynıcak başka bi yer bulun yoksa dağıtırım lan burayı!!!

BU KADAR

Cuma, Haziran 26, 2009

para kazanan ama parasına kıyamayan patronlar

İşverenler her zaman çok iş az maaş mantığında davrandıklarından ve bütün sosyal zorunlulukları minimum değerde tuttuklarından dolayı çalışanlar büyük bi bıkkınlık içinde sabah yataklarından zorla kalkarak işlerine gitmeye çalışıyorlar.

İş yeri sahibi biri olarak düşündüğü tek şey itibarını korumak olan biri ise itibarını korumak isteyen diğer büyük şirketlerin bir yerlerini yalamaktan başka bir şey yapamıyor ne yazık ki... Bu yazıyı kendimle ilgili bir şey için mi yazıyorum? Belki de... İstanbul'un en pahalı semtlerinden birinde iş yeri sahibi olup, oraya çeşitli yerlerden sadece işini yapması için birilerini alıp, işlerini yaptırmaya çalışırsa -hemde hiç samimiyet olmadan- o çalışan bir yerden sonra patlar.

Her gün tıklım tıklım iki tane otobüsle bir buçuk saat yol giderek, kıtalar aşarak hiç istemediği bir işe gelip çalışmak zorunda olanlar! İşinizi iyi yaptığınız halde karşılığını alamıyorsanız kazandığınız paranın ve tecrübenin size bir yararı olmaz...

Her zaman istediklerimizi elde edemeyebiliyoruz. Kötü dönemlerden geçen bütün ülkeler böyle midir bilmiyorum fakat, bizim ülkemizde bu çoğu zaman bir fırsata dönüşüyor... Aç ve parasız insanların iş gücünü sömürmek.

Bu konuda yapılması gerekenleri bilen varsa beri gelsin. Ben üzerinde çalışıyorum. Bulduklarımı bir sonraki kayıtta yazacağım...

Cumartesi, Mayıs 16, 2009

iş bulanda tüm dertler uçar gider

Sevgili blog okuru iş buldum ben ama sanma ki blogumu bırakacağım :D Artık Nişantaşı sokaklarında karşılaşabiliriz ya da bilemiyorum karşılaşmayabiliriz ehe...

Bence bişeyler iyiye doğru gidiyor. İş bulmam bişeylerin iyiye doğru gittiğine işaret değil tabii ki ama bir kaç arkadaşımında benimle birlikte iş bulması bu düşüncemi destekledi...

Tüm işsiz dostlarımın ve herkesin iş bulmasıni diliyorum :) Bunu için dua ediyorum...

Perşembe, Mayıs 07, 2009

desen 01

hala buradayım

Sevgili blog okuru sanma ki iş buldum ve çalışıyorum. Hala işsizim ben...

Hıdrellezide atlattık bakalım, havalar hala soğuk olsada pencereden güzel çiçek kokuları gelmeye devam ediyor. Bir iş görüşmesi dışında başka bir gelişme yok. Ayrıca birde bu aralar H.P. Lovecraft'ın Toplu Eserleri'ni okumaktayım. Kabuslarla dolu gecelere merhaba dedim. Hayal gücü sen kaaaadirsin ve Eyvallah...

Birde yeni çizimler yapmaya başladım :) onları da koyacağım yavaş yavaş...

Çarşamba, Nisan 15, 2009

siyahlar ve beyazlar

Babamın biz küçükken anlattığı bir hikayeye göre çok önceleri hepimiz siyahmışız. Kahverengi derili yani... Sonra bir göl varmış ve o gölde yıkananlar beyaz olarak çıkıyormuş sudan. Dünyadaki bütün insanlar o göle gelmiş ve yıkanmaya başlamışlar. Zamanla su azalıp yok olmaya başlamış ve en sonunda geriye bir su birikintisi kalmış. Kalan insanlarda sadece avuçlarını ve ayak tabanlarını suya değdirebilmişler.

Çocuklarınıza barış ve kardeşliği doğru yollarla öğretmeniz dileğiyle...

Cuma, Nisan 10, 2009

içinden nehir geçen şehir

Ruh halimin giderek çöküşünü hayretle izliyorum. Uzun zamandır bu kadar boş kalmamıştı ellerim... Sürekli bir şeyler yetiştirmeye çalışan, durmadan hareket eden ellerim. Oysa ben içinden nehir geçen bir şehirde büyüdüm. En sıcak havada yanında serinlerdik, soğuk havalarda üzerinde yürürdük. Yani anlatmak istediğim, ne zaman kötü hissetsek o suyun yanına gidip biraz akışına bırakırdık herşeyi. Suyla birlikte...
Aslında nehirde değildi sadece kafiyeli oluyor diye öyle dedim. Büyüdüğüm şehrin içinden Porsuk Çayı geçiyor. İçinden çay geçen şehir deyince gözümün önüne Porsuk'un üzerine konmuş ve yavaşça akıp giden bir tepsinin içindeki beş tane çay bardağı geliyor gözümün önüne. Gümüş takımlar içinde, pırıl pırıl... Neden beş tane olduğunu ise bilmiyorum.
İnsan yalnızlığa alışınca sessizliğe falan kendine bir dünya yaratıyor. Sevdiklerinden ve sevmediklerin oluşan. Sevdiklerini bir yana ayırıyor, sevmediklerini atmaya kıyamıyor. Biraz da korkuyor galiba, atarsa uğursuzluk gelir diye. İkinci el bir hayat. Anlayan anlar. Bir başkasının yaşadıkları üzerinde yaşamak. Yeni bir şeyler ekleyemeden. Böyle zamanlarda sonsuza kadar bu şekilde sürecek gibi geliyor bana ama kendimi öyle zamanlarda bırakıyorum sert bir rüzgara. Çünkü rüzgar bana yeni bir yön veriyor. Şimdi bu rüzgarın yönümü belirlemesini bekliyorum, çünkü yorgunluğumu üzerimden atıp pusulasız ve beni itecek bir güç olmadan çabalayacak gücü kendimde bulamıyorum.
Dün akşam geç saatlere kadar salak gibi etkili korku filmleri aradım. Gerçekten korkutacak ve içimdeki o sönük heyecanı tetikleyecek. İnternette gezerken bir korku sitesine rastladım. Bir çok korku filmi, kitaplar ve seri katiller hakkında bir çok bilgi vardı. Seri katillerin hayatlarını okumayı severim. Bana bir insanın neler yapabileceğini görme firsatı verir. Bir adam eline hiç silah almadan ve aslında hiç kimseyi kendisi öldürmemiş olmasına rağmen hala hapiste yatıyor. Charlie Manson'dan bahsediyorum, müritlerini oluşturmuş ve şeytana karşı savaşırken kendisini unutmuş bir adam. Rosemary's Baby filminden sonra 'Manson Family' denen müritler, filmin yönetmeni Roman Polansky'nin evinde hamile karısı ve dört arkadaşını öldürmüş. Sonradan Rosemary's Baby'nin aslında lanetli bir film olduğu gibi rivayetler ortaya çıkmış ve Polansky'nin karısı ve diğer ölümler bu lanete bağlanmış. (Bu arada şarkıcı Marliyn Manson soyadını Charlie Manson'dan alır, adını da Marliyn Monroe'dan çünkü biri saf kötülüğü ve caniliği, diğeri de güzelliği ve masumiyeti temsil eder. Pop kültürünün unutulmaz bir ikonu olarak kalacaktır sanıyorum ki...)
Bir diğer seri katil yine bir çok filmle bağlantısı olan ve en meşhur seri katillerden Ed Gein... Kuzuların Sessizliği'ni izleyenler hatırlar, Ajan Starling'in daha öğrenciyken atandığı bir seri katil davasında katilin bıraktığı izlerden ve Doktor Hannibal Lecter'la yaptığı tutkulu ve hafiften aşk kokan seanslardan sonra katili yakaladıklarında, adamın kaçırdığı tombul kızları önce zayıflatıp derilerinin sarkmasını sağladığı, sonra da onları öldürerek derilerini yüzdüğünü ve o derilerden de kendine bir kadın derisi ya da kıyafeti yapmak istediğini ortaya çıkarmıştı. Filmde katil dengesiz bir eşcinseldi...
Ed Gein ise aşırı dindar annesi tarafından günahlar ile korkutularak büyümüş ve insanların arasından çıkarılıp bir çiftlikte babası, kardeşi ve otoriter annesinin baskısı altında büyümüştür. Babası öldükten sonra erkek kardeşini öldürmüş ve annesini de odasına kapatarak kapısına tahtalar çakarak hapsetmiş. Sonrasında yaşları yine annesinin yaşına yakın 50-60 yaş arası kadınları kaçırıp öldürerek derilerinden kendine bir maske (Zaten Gein'e 'Leatherface' yani Derisurat deniyor) yapmış. Hatta evinde insan derisi ile kaplı bir duvar, sandalye ve yine deriden yapılmış giysiler bulunmuş...
Tüm bunları okuyunca korktum... Kendimden korktum, insanlığımdan korktum. Allahtan ülkemizde bir tane seri katilimiz varmış da, o da şimdi Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Ağır Şizofren'ler koğuşunda yatıyormuş. 'Çivici Katil'. Onu da araştırdım, o kadar korktum yani düşünün... Adam 'Çivi görünce dayanamıyorum, çakmak istiyorum' demiştir ve bir çok kişiyi kafalarına ve gözlerine çivi çakarak öldürmüştür...

Cuma, Nisan 03, 2009

kendinizi baharın kollarına bırakın

Bahar geldi, güneş ve nisan yağmurları bir arada kardeş kardeş geçinirken ben evimin en kuytu odasında oturuyorum. Scarlet sanki onu boğazlıyormuşum gibi bağırıyor azgınlıktan ve bekliyorum alt kattaki albay amca ne zaman gelecek bize çıkışmaya gene. Geçenlerde tam aşağı inerken biraz sinirli bir şekilde kapıyı açıp 'siz taşındığınızdan beri 2'den 3'ten aşağı uyuyamıyorum' diye söylenmişti. Bir de evde terlik giymemize takmış 'pabuş mu giyiyorsunuz ne giyiyorsunuz artık kafamız şişiyor' demişti. O gün bugün yerleri mermer, fayans ve parke kaplı evimizde ayak uçlarımıza basarak terliksiz yürüyoruz. Tuhaf tabi...

Baharda geldi artık sanırım, ama sürekli dua ediyorum biraz daha serin olsun diye havalar. Çünkü henüz yaz sıcağına hazır değilim :) Bugünde Tüccarbaşı'na gidiyorum kahvaltıya işsiz gençlik vaktini kahvaltılarda arkadaş toplantılarında geçiriyor. Senelerdi yaşayamadığımız şu baharı bir de biz yaşayalım yahu...

Ayrıca bu gece Eskişehir'e gidiyoruz erkek arkadaşımla, ailemle tanışacak en sonunda... Bize şans dileyin...

Pazartesi, Mart 30, 2009

---

Bir de illustrasyon işi olmadı... Bu demek oluyor ki, daha çoook aç kalıp kendi ayakkabımızı yiyeceğiz... Yaptığım örnekleri de göstereyim size bir de erkek arkadaşım bana bir web site girişi yaptı... Pek de güzel oldu... Ellerine sağlık seegilim... Buradan bakabilirsiniz.




Migren ne kötü bir şey

Dün gece akşam sularında boynumdan yukarı doğru başlayan kasılmalar ve hafifçe başımı saran sızıya çok aşinayım, fakat her seferinde bu geçici olacak uyursam geçer gibi bir yanılgıya kapılıp kendimi engel tanımaz bir savaşçı gibi parlak ışık ve seslerin ortasına atıyorum.
Migren
- Baş ağrınız aniden ortaya çıkıyorsa
- Geçmiyorsa
- Çift görmenize neden oluyor, halsizliğinizi artırıyor veya duyu kaybına neden oluyorsa
- 50 yaşından sonra ortaya çıkmışsa
- Başınıza aldığınız bir darbe veya kaza sonrası ortaya çıkmışsa
- Boynunuzda sertlik veya ateş şeklinde kendini gösteriyorsa
- Alışmadığınız bir durum yaratıyorsa
- Şu ana kadar başınızın hiç böyle ağrımadığını düşünüyorsanız

yukarıda sayılan bu belirtilerden çoğuna sahipseniz ve başınız ağrıdığı süre içerisinde ışıktan, bir çok kokudan, seslerden rahatsız oluyorsanız ve bunlar baş ağrınızı artırıyorsa. Ayrıca uyuyamıyor ve mide bulantısı, kusma gibi reaksiyonlarda gösteriyorsanız, büyük ihtimalle migren sahibisiniz ve acilen tedavi olmanız gerek...

Bu kadar tıbbi bilgiden sonra, benim günümü gecemi mahveden ve senelerce bu şekilde çalıştığımı da düşünürsek (ki bilenler bilir, ofiste güneş gözlüğüyle dolaşan ya da kafasına sımsıkı sardığı atkı, fular gibi birşeyle çalışmaya çalışan birilerini mutlaka görmüşsünüzdür. İşte onlar migrenliler...) dün geceden beri kolumu kaldıramaz halde güçsüz ve bitkin halde yatıyorum. Sanırım 3 gündür kahve içmediğim için oluyor bunlar ama tam da emin değilim... Sabah biraz kendimi toplayıp sürünerek eczaneye gittim. Sapsarı suratım, mosmor gözlerimle bir keşten farksız gülümseyen yaşlı ama genç görünmeye çalışan eczacısıyla, içerisinin ispirto gibi koktuğu eczaneye girdim.
-- Ohooo hoşgeldiniiiiiz (kocaman bir gülümseme) buyrun...
-- Apranax alıcam... Apranax forte
-- Başka bir arzunuz?
Bu arada yanımda dikilen adam sürekli olarak orada duran kahve ile ilgili konuşuyordu.
-- Bu kahve mi?
-- Evet
-- Ne işi var eczanede kahvenin? Tıbbi bir amacı mı var bunun?
-- Yok, diyet kahve bu... Kahve ama, kahvenin verdiği zararları vermiyor vücuda...
-- Yine de işi yok azizim bu kahvenin eczanede, oldu olacak, servisinide yapın. Masa falan koyun şuralara...
-- Ahhahahahaa... Giyim mağazalarında bebek maması satıyorlarsa bende kahve satarım arkadaş...

Tüm bu konuşmalar yapılırken, ayakta zor duran, ispirto kokusu, kahve muhabbeti, açlık ve baş ağrımla birlikte orada buharlaşıp uçmayı hayal eden ben kafamı kendi omzuma yaslamış halde orada dikiliyordum . Eczacı ilacımı poşede koyarken 10'luk muydu 20'lik mi diye sordu. 20'lik olsun dedim. 20'lik verin... Eve doğru yürürken, bir simit aldım. Güneş önüme geçtiğinde elimle gözlerimi sıkıca kapadım, arabaların bana yol vermesini beklemeden koşarak caddelerden karşıya geçtim. Üçüncü kattaki evime, her katta nefes nefese bir halde ve kafam zonklar bir şekilde nefes almayı durdurmaya çalışarak, mola vererek ulaştım. Eve girer girmez bir parça simit yedim ve iki tane ilacı yuttum.

Ağrım biraz dindi... Ama kafam hala karıncalanıyor ve uyuşuk. Kendimi çok mu dinliyorum acaba? Spastik kolon ve migren hastasıyım... Yoksa hastalık hastası mıyım? Yani bir düşünün, iki hastalık da dünya da en çok acı veren hastalıklar listesine top 10'dan giriyorlar. Hadi bakalım. Acı eşiklerinizi yükseltin kızlar!! Hayatınız daha çekilmez de olabilirdi...


Ekşi Sözlük'ten güzel bir kaç tanım: kafada yer alan damarlara haddinden az veya çok kan dolması durumu ve damarların aritmik bir şekılde genişleyip daralmasıyla oluşan iğrenç ağrı. bu istemsiz peristaltik saçmalık yine beyinden salgılananan seratonin (mutluluk)hormonu salgılama bozukluğuyla özdeşleştiriliyor.yani stres mutsuzluk uykusuzluk durumunda ağrıya davetiye çıkıyor.
- en hizli ve yaratici intihar planlarini akla getiren tedavisiz hastalik
- bazı sigara ve içki içilen ortamlara gittiğimde (fiks menü eğlence yeri) ertesi gün %70 başıma gelen şey.

başlatan faktörler arasında bazı cins alkollü içkiler (örn: kırmızı şarap ve viski), aspartam (diet kola), pasif sigara dumanı ve kafeinsiz kalmak (kahve tiryakilerinin bir süre kahve almaması) sayılmıştır.
ilk belirtilerden hemen sonra aspirin almak faydalıdır (bazı ağrı kesiciler ters tepki verirler. damar açıcılar alınmamalıdır zira diğer baş ağrılarının aksine baş damarları büzülmemektedir)
- basagrısı; gorme bozuklugu; bulantı, kusma; ısıga, sese ve/ve ya kokuya karşı aşırı duyarlılık gibi belirtiler gosteren cekilmez hastalik.. aura migrenin baslamakta oldugunu gosteren isaretlerin goruldugu safadir, hasta agriyi onceden farkedip ilac alirsa nobet daha dayanilir bir sekilde atlatılabilir. en cok rastlanan 3 migren tipi klasik (aura ile gorulen migren- migren hastalarinin yaklasık %10 unda gorulur), aurasız migren (%80) ve menstruel migren(adet donemlerinde gorulen migren)dir. bunlarin disinda nadir rastlanan cok sayida migren tipi vardir.

Cuma, Mart 27, 2009

Gaviscon ve kahve bağımlısıyım

Evde geçen günlerim arkadaş ziyaretleri, bir takım yeni yemek denemeleri ve illüstrasyonlarla devam ediyor. Üzerinde çalıştığım ve sunuma gönderdiğim bir okul öncesi kitabı için çizimler yaptım. Hepsi de şirin oldular... Dinozorlarım, tırtıllarım, 8 tane çocuğum ve ben hep birlikte çok mutlu olacağız.
Hava bugün çok güzel; açık ve güneşli... Akşama arkadaşlarım gelecek ve belki dışarı çıkacağız. Ne kadar da özledim gürültüyü ve kalabalığı... Bazen sıkıntıdan ölmek üzere gibi hissediyorum. Günde içtiğim kahvenin haddi hesabı da yok... Büyük çay fincanlarında en az iki adet şekerli türk kahvesi. Ne büyük acımasızlık aslında. Mideme ve selülitlerime... Her yudumda daha da yanan mideme, limonlu krema tadında gaviscon çiğneme tabletleri yetişiyor. Bir fincan kahve iki tablet gaviscon. Çiğne, çiğne.. İlk zamanlar çok kötü geliyordu tadı ve ağzında giderek büyüyen, köpüren, çiğnedikçe yapay şekerin tadını taa derinlerde hissettiren hayat kurtarıcıları. Kahveye olan bağımlılığım yüzünden alışmak zorunda kaldığım bir kimyasal. Bağımlılığın derecesini siz düşünün artık...
Seçim otobüsleri de canıma tak etti... Bayraklar, flamalar, binalara giydirilmiş dev başkan adayları... Kocamanız biz, en büyüğüz... Büyük düşündük hizmeti seçtik gibi bir sloganı var bir tanesinin. Zaten belediyesin sen hizmet için başa geliyorsun. Şehrin, ilçenin ne bileyim belediye olmuş her yerleşim biriminin bir çok ihtiyacına cevap vermek için varsın. Büyük düşünüp temel görevin olan hizmeti seçersen zaten baştan hezimete uğrarsın... Bir diğeri de hip-hop gençliğinden de oy toplamaya çalışan 'fark var' ekibi. İyi ile kötü arasında da kocaman bir fark var tabii ki... 'Kadıköylülerin Selami var' çok samimi herşeye rağmen. Bu seçimde yapılan propagandalar arasından samimiyetiyle sıyrılmış. Yine dev bir Selami Vardar el sallıyor. Selam söyler gibi. Kadıköy'ün zaten uzun yıllardır belediye başkanı olan 'Kadıköylülerin Selami' bizim sokağı cillop gibi yaptı. Sadece az ilerimizde olan Kurbağalı Dere hala 'Boklu Dere' adıyla anılıyor, çünkü hala oradan geçerken bok gibi kokuyor. Onun dışında belediyemiz kötüdür diyemem.
Başka da öyle dikkatimi cezbeden bir kampanya olmadı şahsen. Zaten pencereden bakınca ne görüyorsam o...
Scarlett'in azgınlık dönemi bitti. Bu sefer ucuz atlattık. İşsizlik maaşımı bu ay sonu alacağım sanırım. Baharda yavaştan geliyor. Bence gelmese daha iyi ya! Sıcağı sevmem hiç... Yine de serin bahar rüzgarını severim bir de çiçek kokularının saçlarımdan savrulup uçmasını. Eskişehir'den bisikletimi de getirdiğim vakit çok daha mutlu olacağım, Fenerbahçe Parkı'nda bisiklet şenlikleri düzenlemeyi düşünüyorum tek başıma. Katılmayı düşünen varsa beklerim.

Cumartesi, Mart 21, 2009

Bizim kedi konuşmaya başladı

Bir süredir bir şey yazamadım. Evimizin sevgili kedisi Scarlett sağolsun Bedia'nın getirdiği çiçekleri koyduğumuz vazoyu devirdi ve klavye, fare ve tabletim sular altında kaldı... Tablet ve fare bu afetten sağ kurtulurken, klavye önemli tuşların kaybıyla sanırım bir süre dinlenecek. Bende diğer bilgisayardan bildiriyorum.
Evde bir yandan gaz odasında (buradan dilediğiniz manayı çıkarabilirsiniz) otururken diğer yandan da Spastik Kolon denen illetle baş etmeye çalşıyorum. Sanırım hala işsiz olduğumdan bedenim bu işleyişe cevaben biraz kasıyor. Ekran kartı ve ana kart uyuşmazlığına benzetebiliriz bu durumu, yani tüm gün gördüğüm şey ev, çıkmaz sokak, merdivenler ve kedi... Önceden böyle değildi kalabalığa alışığım ben. Sanırım o yüzden biraz gerildim. Efendim, spastik kolon denen nane aslında camiada grafiker hastalığı olarak bilinir ve vücudun biraz oturmaktan, biraz stresten, biraz da düzensiz beslenmeden kaynaklanan serzenişidir aslında. Gazetede çalışırken bunun haberini yapmıştım. Dünyada soğuk algınlığından sonra ikinci işe gidememe nedeniymiş ve bu hastalığa sahip insanların yaşam kalitesinin böbrek hastalarıyla aynı olduğu saptanmış. Günlerce şiş bir karınla iki büklüm ve sancılar içinde gezdiğinizi düşünün. Hoş bir durum değil.
İşsiz olmanın iyi taraflarını bulmaya çalışıyorum. Aklıma; açlıktan ölmek, kendimi ev sahibi tarafından kira ve aidatların ödenmemesi yüzünden sokakta bulmak, belediyeye gidip yardım istemek ya da Eskişehir'e geri dönüp babamla oturup İz TV izlemek gibi şeyler geliyor. Gerçi son madde oldukça etkileyici, annem yemek yapar, kardeşim kombinin derecesini biraz daha açar (malum Eskişehir'in ayazı çok meşhur), bizde babamla portakal soyup belgesel izleriz. Yine de böyle boş durmayı sevmiyorum. Bütün gün belgesel izlesemde sevmiyorum. Eklemlerim birbirine geçiyor. Kamburum çıktı ve spastik kolonum beni havalandıracak kadar şişirdi. Bir de üstüne pms sendromları eklenince al sana cinayet sebebi... Bence dünyadaki kadın katillerin cinayeti işledikleri zamanki halet-i ruhiyelerine bakılsa hepsinin de pms döneminde oldukları görülecektir.
Neyse ki bugün Yiğit'le Tarık aradı da gidip orta çağ ve Hogward Cadılık ve Büyücülük Okulu usülü döşenmiş adını bilmediğim kafede oturup iki çay içtik, sohbet ettik. (Kadıköy'de Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin sokağında iki katlı içi tamamen yeni fakat antika görünümlü eşyalar ve duvarlarında envayi çeşit tablolarla süslü karanlık bir kafe, ama gündüzleri üst kat çok güzel ışık alıyor tavandaki kocaman buzlu cam pencere yüzünden)
Bir de geçen gece yine sabaha kadar uyumadığım bir vakitte sıkıntı ve bıkkınlıkla çalıştığım bir eseri sunmak isterim.
Başlıkla ilgili birşey yazmadığımı da farkettim. Scarlett'in azma sınırındaki depresif ve histerik tavırları, ayrıca tuvaletinin kapısının nasıl olduğunu anlayamadığım ve günlerdir yukarı çıkmadığım için de bilemediğim kapanışı ve bu yüzden sürekli olarak yatak odamdaki tüylü halıya kakasını yapması ve son olarak ev kıyafetlerimin üzerine işemesiyle suçu benim üzerime atıp beni cezalandırışı fena halde canımı sıktı. Birde sanki hiç birşey yapmamış gibi gelip kendini sevdirmeye çalışıyor. Ayrıca onun da bir dili olduğunu keşfettim bütün gün aynı evde olunca...Fakat henüz anlamlarını çözemedim. En az 4-5 farklı miyavlama metodu var...

Neyse yaptığım çalışma aşağıda ve çok gereksiz öööeeeeh

Çarşamba, Mart 11, 2009

monica ve ev kadınları

Ev kadınlığının verdiği ağır yük altında eziliyoruz. Biz ev kadınları çok yoruluyoruz... Şaka yaptım... Çalışırken hep evde olduğum, evimle ilgilendiğim ve rahatça dinlenebildiğim anların hayalleriyle yaşardım, şu anda ise evde oturmak patlamış durumdayım. Dün deli gibi yağan yağmura aldırmadan kendimi dışarı attım ve yoğurtçu parkı civarında üç beş tur atıp esnaf ahalisinin 'acaba neyin peşinde' bakışları altında civardaki 10 süper marketten birinin içine sızmayı başardım. Bu muhitte oturduğum sekiz aydan bu yana yoğurtçu parkı'nın içine girmemiştim. Aslında girmek için yanlış bir günmüş çünkü yağmurdan her yerde minik göletler oluşmuştu. Markette ise tam bir insan karmaşası vardı. Geneli kibar, süslü, yaşlı teyzelerden oluşan bir kaç gençten insan, bir travesti, bir ingiliz ve saçlarını çakmaktaşlardaki çakıl gibi toplamış sepeti kolunda bir ben. Kriz nedeniyle oluşan ve tüm ülkeyi saran indirim dalgası marketleri kalabalık yapıyor fakat herkesin herşeye ulaşabilmesi iyi bir şey bence. Bende işsiz ve parasını idareli kullanmak zorunda olan biri olarak her reyonu dikkatlice gözlemleyip üzerinde kocaman renkli harflerle yazılmış İNDİRİM etiketi olan her ürünü tek tek inceledim ve ihtiyacım olan şeyleri bu ürünlerden almaya gayret ettim. Karlı da çıktım. Sonra eve gelince evdeki malzemelerden uydurma bir yemek yapmaya gelmişti sıra ve işte sonucunda inanılmaz bir lezzet yakaladığım soslu hindi tarifimi sizinle paylaşmak isterim :D Öncelikle kullanmanız gereken hindinin göğüs kısmı olmalı. Etleri küçük küpler halinde doğradım, bir lokmalık gibi düşünebilirsiniz. Sonra derin kaba aldığım etlerin üzerine; bir kahve fincanı sıvı yağ, çok fazla olmayacak kadar soya sosu ( evde soya sosu vardı ama olmayan için şimdi artık bütün marketlerde çok uygun fiyatlara bulabilirsiniz), kekik, pul biber ve karabiber, iki diş ince kıyılmış sarımsak ve birazcık da mayonez koyup ağzı kapalı olarak bir saat kadar buzdolabında beklettim. Böylece etler güzelce marine oldu ve suyunu salıp çekene kadar pişirdim. Hindi etinin tadı tavuğa göre biraz daha saman gibi bence onu tatlandırmak için böyle bir yöntem çok mantıklı ayrıca biraz da sert fakat marine ettiğinizde yumuşacık oluyor.
Ne yaptım bilmiyorum ama sanırım tam olarak burada bir yemek tarifi verdim. Bir daha olmayacak :D Onun için bu tarif biraz daha önem kazanıyor gözümde. Bugünü evime ayırıp biraz düzenleyip toparlamak istiyorum. Ayrıca dün büyük emeklerle yaptığım ve gerçekten hayran olduğum italyan güzeli monica belluci'nin portresini de sizlerde paylaşmak istiyorum. Oh be!

Pazartesi, Mart 09, 2009

hanzel ve gretel

gretel ormanın en zengin kabak tarlası sahıbısıydı. hanzeli çok sever, ona sık sık hedaye alırdı. hanzel en çok pırlantayı severdi. orman balolarında hep pırlantalarını takar, tavşanlara ve yeşil gözlü boz ayıya hava atardı. bir gün imi-kimi isimli tosbağa kardeşler muhabbet ede ede gretelin kabak tarlasına kadar geldiler. önlerine gelen her şeyi yiyolladı. şişko ama sevimliydiler. muhabbete daldıkları içürü yidikleri kabakların, gretelin kabakları olduğunu fark etmediler. gün batarke, bi tane bilem kabak kalmamıştı koca tarlada. gretelin rezervleri bitmiş tükenmişti. o artıkın iflas etmiş bi greteldi. başlarına gelen bu felakete rağmen hala zenginlerdi. çünkülüm hanzelin pırlantaları bir ömür geçindirmeye yeterdi onları. ama hanzel pırlantaları gretelden sakladı ve bulamasın diye hepsini yidi. imi-kimi ise ne gadana pişman olsalar dahi yine hızlarını alamadılar ve ormanı yiyerek ülkenin çölleşmesine yol açtılar...

Teyze anne yarısıdır




Evde tek başıma otururken bir yandan da Corel Painter'i çözmeye çalışıyorum. Bir kaç deneme sonrasında çok güzel bir çizgi yakaladım ve böyle devam etmek istiyorum. Yukarıdaki boyamada gördüğünüz güzeller güzeli anne ve bebeği, benim kardeşim ve onun oğlu Aras. Maşallah diyorum. Onları çizmekten büyük keyif aldım. Ayrıca onlarda görüp beğensinler diye maillerine attım :D

Cuma, Mart 06, 2009

Sevgili sevgilim ve Buluğ çağı

Mektuplara öyle başlanır ya sevgili arkadaşım, sevgili anneciğim, babacığım, sevgili bilmem ne... Bir keresinde ilkokuldayken bir arkadaşım konuşma yapmak için tahtaya kalkmıştı. Saygılı ve Sevgili arkadaşlarım diye konuya girdi ki hepimiz deli gibi gülmeye başladık. 'Sevgili dedi vooaaa' gibi sesler yükseldi sınıftan. Çünkü sene 1989-1991 arası hepimiz daha tek rakamlı yaşlarımızdayız ve hiç kimsenin henüz bir sevgilisi olmamış. Bir nümayiş bir heyecan. Kızcağız 'Sizi seviyor olamaz mıyım?' deyip yerine oturmuştu... O zamanlar pek düşünmedik tabi sevgilinin anlamını. Sevgiyle bakılanın, sevgiyle düşünülenin ne bileyim sevgi hissettiğin her hangi bir şeyinde sevgili olabileceğini düşünmedik. Sonradan düşünen var mı bilemiyorum ama ben düşündüm.

Bir de sevgili günlük vardı bende bundan sonraki yazılarıma böyle başlayayım ya da durun, pek de günü gününe yazmadığım için 'Sevgili dünlük' diyebilirim, ama o da sevgili düdük gibi oluyor. Evet blogumu seviyorum ama ona bunu her defasında belirtmeliyim bilemedim.

Evde günlerim nsılda sıkıcı geçiyor anlayın, taa ilkokul anılarımı hatırlıyorum. Düşünecek epey zamanım var. Bari başlamışken bir küçük anımı daha anlatayım da tam olsun. Sene sanırım yine 90'ların başı ve ben sıcak bir Eskişehir yazında Köprübaşı'ndan Sakarya Caddesi'ndeki evime doğru yürüyorum. Orta okul zamanlarım ve malum ergenliğe giriş, buluğ çağı. Kafam aşırı derecede dağınık. Eskişehir'in meşhur pastanelerinden birine girdim. Altı Kardeşler Pastanesi... Dondurmalara bakıyorum, meyveli dondurma pek sevmezdim o zamanlar illa ki kakaolu olacak. Kararımı verdim ve dondurma tezgahının arkasındaki adama şöyle dedim;
-- 2 top kıymalı dondurma alabilir miyim?
-- Efendim?? dedi adam
-- Kıymalı kıymalııı, dedim sanki adam anlamıyormuş gibi bilmiş bilmiş... Neyseki dondurmacı amca beni bozmadı ve 'küçükhanım aklınız karıştı galiba' dedi. Bir an durdum, ne yapacağımı bilemedim. Aklımdan bir sürü şey geçti. Koşarak kaçmak, bayılma taklidi yapmak, olduğum yere çömelmek ya da aaa kıymalı dondurma yaptılar haberiniz yok mu diyerek teşekkür edip ayrılmak. Tüm bunları düşünürken suratımdaki aptal sırıtma ile 'E eveet, şey kakaolu dondurma istiyorum' diyebildim ve dondurmamı alıp çıktım oradan. Girmez olaydım... Hala Eskişehir'e gittiğimde Altı Kardeşler'in önünden geçerken kafamı başka tarafa çeviririm. Çünkü o amca hala orada, dondurma tezgahının arkasında duruyor...

Perşembe, Mart 05, 2009

bahçedeki ağaçlar tomurcuklanmış




Dün gece hiç uyumadım... Sabaha kadar birşeyler çizdim ama değdiğini düşünüyorum. İşsizlik mefhumunu bir işe dönüştürme çabası içinde geçen günlerden sonra en sonunda hayatımın sonuna kadar yapabileceğim şeyi buldum. Yukarıda görmüş olduğunuz bu iş (hatta iş bu yukarıda gördüğünüz çalışma :p) tüm gece yaptığım ince bir çalışmanın ürünü olarak karşımızda duruyor. Emek verilmiş ve üstünde düşünülmüş bir eser. ehehe

Sabah gün aydınlanıpta insanlar ve arabalar yollara dökülünce şehirde bir canlılık oluşur ya, işte o canlılıktan önce sadece kuş sesleri vardı, ama öyle sıradan herkesin bildiği kuşlar değil. Belli ki farklı bir kuş türü bu, çünkü ötüşü aynı tarla kuşuna benziyor. Ayrıca arka bahçede de bir kaç ağaç sessizliklerini bozup yeşil kafalarını yalancı bahara uzatmış durumdalar. Onları uyarmaya çalıştım, sanırım pek işe yaramadı. Aşağıya doğru fısıldadım; Ağaç kardeş, ağaç kardeeeş, güneşe aldanma gelip geçer bu günler, sonra yine soğuk gelir, dedim. Her sene aynı tufaya düşüyorsunuz, dedim. Bir o yana bir bu yana sallandılar, mutlu gözüküyorlardı çok da fazla ellemedim.


İtalya'da tarla kuşlarını hiç durmamacasına öttürmek için ateşle kıpkızıl kızartılmış toplu iğne uçlarıyla cızz diye bir gözünü, cızz diye öteki gözünü yakarlar. İki gözü kör olan tarla kuşunu bir kafese koyarlar. Mavi, açık, duru göklere özgürce uçmaya alışkın kuş, ilk önce gözlerini örttüğünu sandığı kapkara paçavrayı tırnaklarıyla parçalamaya başlar ve zavallı, kendini bir kat daha yaralar. Karanlığın gözüne yapışan bir paçavra, is ya da kurum değil, bir zindan gece olduğunu anlayınca, kanat hızıyla geceyi aşmaya, güne güneşe ulaşmaya çabalar. çırpınır, çırpınır, her kanat vuruşu katı kafese çarpar, acır, acır!.. Kara gece aşılmaz bir kara duvardır. Uçucu kanatlardan kat kat güçlü, iç hızıyla ötmeye koyulur, öter öter. gecenin öte tarafında gönlünün gününü güneşini, nur alemini yaratır. Yine o mavi göklerine çıkar, ta altında ufuklara kadar ıssızlaşan yeryüzüne pırıl pırıl pullar gibi renk renk cıvıltısını döker, döker allah esirgesin duramaz; çünkü durunca karanlık, ökseci kuşçunun kara parmak ve avuçları gibi varlığını kavramaya koyulur. öter, öter yaradılışa bütün canını, gönül cömertliğiyle harıl harıl döktükten sonra, boynu bükük. Şu dar-ı dünyaya kör gözleri açık, aramızdan şükranla ayrılır. o da en kısa tanımıyla iyi insana benzer. aldığı kadarını, hatta aldığından çoğunu dünyaya verir.
...

(Mavi Sürgün'den)

Çarşamba, Mart 04, 2009

Güneşli Şubat insanı hasta edebilir

Bakkal Sofu abinin dükkanında istediğim herşeyi bulabiliyorum, fakat bu sefer sadece ekmek ve sigara almak için gittim. Sofu abi o kadar renkli bir adam ki... Gömlekleri bile kırmızı, pembe gibi renklerde. Ayrıca kendisi iyi de bir şair. Aslında ona da bir blog kuracağız ama önce bir takım planları varmış. Bekliyoruz.
Bir şeyi farkettim, evlerde bizim gibi yaşıyorlar. Aslında bunu farketmek için çok geç olduğunu da farkettim. Her gün toparlasan ertesi gün anlamsız bir şekilde çalışma masası kendini savuruyor. Evet dağınık bir çalışma masam var. Mizacı öyle, onu olduğu gibi kabul ediyorum... Şimdi de kısacık bir hikaye: Istanbullu Akbük Paşa;

İnce, uzun bacakları, bembeyaz kıvırcık saçları ve inci gibi dişleriyle tam bir Istanbul beyefendisiydi. yıllarca Istanbul I. tahakkuk bölge levazımında müdürlük yaptıktan sonra Yegavir Paşa'nın yaveri olmuştu. Padişahla sık sık buluşup istişare eder, birlikte peşrev çeker, kürdili hicazkar makamından girer, nihavent makamından çıkarlar, musıki denizinde necm-i cihan ederlerdi. Ahlakı ve akl-ı selim oluşuyla ve sesinin kuvvetiyle tanınır, ününden şöhretinden Cadde-ül Bostanda bile gönül rahatlığıyla gezemezdi. Potini, üniforması, başında fesiyle tersane yolunda yürümeye başladı mı Istanbul'un paşa kızlarından bir ordu peşine takılır, Aşiyan'a kadar mendil atıp mani yakarak gönlünü çelmeye çalışırlardı. Lakin onun kalbini dağlayan yegane dilber, medrese yıllarında maşuk olduğu Bedide idi. Bedide, Cedide Paşa'nın ve Badire sultanın biricik kerimeleri idi. Sarayın tam karşısındaki konakta ikamet ederlerdi. Konak denize nazır, 142 odalı bir sırça köşktü. Bedide yıllar önce dadısı arap bacıyla deniz kıyısındaki gülistanlı bahçede fütursuzca zıplayarak ip atlarken denize düşerek boğulup öleli beri delikanlının gönlünü kazanan olmamıştı. Bir ara "dadısıdır, teselli verir" diyerek arap bacıyla bir tensel münasebet yaşamak istediyse de arap bacıyı çıplak görünce tez oradan uzaklaşmıştı. Humayunda geçirdiği zor yıllarsa saçmalık salatasıydı...

Salı, Mart 03, 2009

Eski komik yazılar ve geri dönüş

Evde oturmuş, temizlik mi yapsam yoksa şu bir kaç gündür beklettiğim ve illüstre etmek zorunda olduğum adayı mı çizsem derken iç sene öncesinden garip yazılar buldum. Çok güldüm okurken ve paylaşmak istedim ilkini yazıyorum ve gerisi gelecek diyorum...

bitli enginar salatası

 
malzemeler: bit, un,pudra şekeri, engin.
 
engin isimli, perişan ve paspal bir genci iki gece önce ısla. bitleri gencin saçlarına ve bikini bölgesine sepele. una bulayıp gencin kendi yağında pembeleşinceye kadar kızart. marul yapraklarıynan servis et. afiyet olsun.
not: yidikten sonra ağzını pudra şekeriynen bula ve de çarşıya çık, işini neyin hallet.

marine edilmiş kuşkonmazlı böğürtlen
 
malzemeler:
kuşkonmaz, böğürtlen, marine.
 
kuşkonmazı sirkeylen yıka, şekere batır. ayrı bir kaba  bir önceki gün yidiğin yoğurtlu ıspanağı böğürerek kus. marineyi yak (kuzineyi yak da diyebiliriz). şekerli kuşkonmazın üzerine sarımsaklı yoğurt dök ve yala. karışımı topla, kızarmış ekmek dilimlerinin üstüne dök. afiyet olsun.
tercihen, kızarmış ekmek kadayıfının üzerine sürülerek de servis edilebilir.

Pazartesi, Mart 02, 2009

haftasonu ve rüyalar

Çok kalabalık geçen bir haftasonunun ardından bu sabah uyanabilmek için bir hayli çaba sarfettim. Cuma gecesi gelen misafirler, cumartesi günü onlara katılanlar pazar sabahına kadar oynanan frp ve maksimum yorgunluk. Bu uykusuz ya da uyku saatleri biraz şaşmış günler içinde çok eğlendim fakat çok da yoruldum.
İş arkadaşlarımızla bir süredir oynadığımız frp inanılmaz derecede heyecanlı bir hal aldı. Karakterim ölümden döndü ama şu anda iyi ve sağlıklı şükür :p
Rüyamda ise Ersel'in bizim kediyi yıkamaya çalıştığını gördüm önce. Kış günü neden yıkıyosun, hasta olacak dedim. Gel de yardım et diye bağırdı... bu ilk rüyamdı..
Sonrası biraz karışık, eski işyerimdeyim, ama gazeteyi reyonlarda yapıyoruz. Yani bildiğiniz market reyonlarında gazete yapmaya çalışan insanlar var mekanda. Sonra birden her şey bitti gibi birşey söyleniyor. Bakıyoruz ki herkes reyonları yağmalamaya başlıyor. Ben ve bir kaç kişi hiç bir şeye dokunmadan gidiyoruz. Son bir kez bilgisayarıma baktığımı hatırlıyorum... Sonra uzun bir koridordan ilerlerken arkama dönüyorum ve orada yuvarlak ama küçücük bir ağacın, bir çınar ağacı olabilir, alevler içinde kaldığını ve yandığını görüyorum. Nasıl olsa söner diyerek ilerlemeye devam ediyorum.

Rüyamın çözümlemesine hiç girmeyeceğim. O yüzden okuyan anladığını anlatabilir.

Cuma, Şubat 27, 2009




İşteee bu da ben :p evde güneş gözlüğüyle çektiğim can sıkıntısı fotosü :p

Hayırlı Cumalar :p

Dün evde geçen bomboş bir günden sonra bugün hayatıma biraz renk gelecek sanırım. İş yerinde tanışıp sonradan çok yakın arkadaş olduğumuz Yiğit'le buluşacağım. Muhtemelen kahve içmeye gideriz. Sonra da erkek arkadaşımın işyerinden yeni baba olan bir arkadaşının çocuğu için hediye almaya gideceğim. Hatta akşama da arkadaşlarımız gelecek.
Öeeh... Bir sürü iş yapmam gerek ne zaman yetiştireyim bilemedim. Yukarıdaki yatak odasını düzenlemem, çamaşırları asmam, mutfağı toplamam, yerleri silmem ve yemek yapmam lazım. Eveeeet, iyice ev kadını formatında yaşadığıma göre artık hepsinin altından kalkabilirim.
Bu arada bugün güzel bir haber aldım. Nisan'da özel bir üniversitede ders vermeye başlayabilirim. Sanırım günü çekilir kılan bu :p

Perşembe, Şubat 26, 2009

Migren...3. Gün

Lodostan sanırım... 3 gündür migrenle uğraşıyorum. Güneşe bakamaz, ışığa katlanamaz halde mide bulantısı ve kafamdaki zonklamayla konuşmakta bile zorlanıyorum. Bugün kendimi biraz daha iyi hissettim ve bişeyler yazmam gerek dedim.
Dün markete gitmek dışında bir şey yapmadım. Tabi bir arkadaşım için yaptığım rock kulübü logosunu saymazsak.
Perdeleri ve ışıkları da kapadım. Sigaraya mola verdim...İlaç almadım çünkü bu aralar çok sık başım ağrımaya başladı. Her seferinde ilaç alırsam gerçekten çok ağır gelecek.
Aslında neşeliyim. Size 'what the fuck is that glam rock' temalı yazımı yazacaktım. Dün üzerinde bayağı düşündüm. Erkek arkadaşım sürekli 80'ler rock müziği dinliyor... Her türlüsünü... Bende seviyorum ama her zaman dinleyebileceğim bir tür olmadığını düşünüyorum. Hele ki minimal, elektronik ve indie dinleyen bir ben için bir yerden sonra kabusa dönüşebilir. Yine de yaşasın seksenler ve seksenlerin herşeyi...

Zaten o müzikler olmasaydı indie mindie olmazdı. Bununda farkında olduğumu belirteyim.

hebehübe

Salı, Şubat 24, 2009

Yorucu bir günün ardından

Bugün inanılmaz yoruldum. İş-Kur tam bir rezaletti. Bir ton sıra bekledik, sonra kaydımı alan adam önce orta okul mezunu mu olduğumu sonra da Kazakistan Puşkin Üniversitesi'nden mezun olup olmadığımı sordu. Şaşırdım tabi, ama sonradan bir devlet dairesinde olduğumun farkına vararak sakince cevapladım soruları...
Sonra eve gitmek için yola koyuldum. Şişli'den Kadıköy'e... Uzun zamandır o saatlerde dışarıda olmadığım için biraz tuhaf geldi açıkçası ve bir sürü de tuhaf olay oldu...
Öncelikle Kadıköy otobüsünü beklerken bir takım kokoş teyzelere yol tarif ettim. Sonra otobüs geldi ve ne salaklıksa en öne oturdum. Köprüye yaklaştıkça araç tıklım tıklım olmuştu... Önden binen herkes 'Üç kişi kaldı beyler hadi biraz daha ilerleyelim...' Tabi ondan önce arkamda oturan kızı bastonuyla dürttükten sonra 'Kulaklığı da dakmış gulağına hiç bişey duymuyo, ben yaşlıyım ters oturunca başım dönüyo' diyen adamla 'Beeaan Boğaziçi'nde okudum tımaam mıığ? Psikoloğum ben' diyen hatunu da atlamamak gerek. Otobüse binen 20 kişiden sonra hala dışarda kalan üç kişiyi içeri alma sevdalısı bir delikanlı arkaya doğru bağırdı, 'Abiler ilerleyin bak orda yer var biliyorum' arkadan cevap geçikmedi, ' Yanımdakinin üstüne mi çıkayım lan? On dakika sonra bir daha otobüs gelecek ona binsinler...'
Zar zor Kadıköy'e vardım ve stresimi atmak amaçlı olarak markete(?!) girdim. Alışverişimi yaptım ve kasada sıramı beklerken önümdeki kadından şöyle bir ses duydum, 'Fişimi kaybettim, fişimi gören var mı? Fişim olmazsa ben ne aldığımı nereden bileceğim?' Be kadın almışsın alacaklarını, hem de getirdiğin pazar arabasına koymuşsun. Peki ne diye ne aldığımı nereden bileceğim diyorsun... Kasiyer yapabileceği bişey olmadığını söyledi ama kadın pek oralı olmadı. Orada tam çıkış kapısının önünde 1.80'lik boyu, ona eş değer neredeyse kare olan vücudu, küt ve simsiyah saçları, ayrıca siyah trençkotu, siyah pantolonu ve kırmızı rujuyla öylece dikiliyordu. Sonunda aslında herşeyin bir oyun olabileceğini düşündüren bir şey söyledi; Ben bütün aldıklarımı iade etmek istiyorum ve sonra yeniden almak istiyorum.

Bundan sonrası için bir şey demeye gerek yok. Nerede yaşıyorum ben acaba?

Gecenin bir yarısı

Uyuyamadım... Gündüz elektriklerin kesildiği vakit uyuduğum için şimdi ayaktayım... Ne soğuk bir gece. Karnım acıktı ve donuyorum... Ayrıca susadım da... Bütün boş zamanlarımda ki artık pek çoklar, blogumla ilgili şeyler kafamı kurcalıyor. Ne yazsam, ne söylesem, komiklik yapsam mı?
Yarın eski iş arkadaşlarımla buluşup İş-Kur'a gideceğiz. İşsizlik maaşı ve iş başvuruları için. Bana şans dileyin de evden yapabileceğim güzel illustrasyon ve graik işleri çıksın karşıma...
Tek istediğim şey, artık yaşını ve başını almak üzere olan biri olarak, düzenli bir hayat. Bunun içinde sanırım gerçekten çok fazla fedakarlık, sabır ve emek gerekiyor...

...ama yapabilirim, biliyorum...

Pazartesi, Şubat 23, 2009

akşam oldu

Ne nasıl demeden akşam oldu. O arada ben bütün gün ne yaptım sayayım. Öncelikle ilk yazımı yazdım ve kendimi internet gazetelerinin kollarına bıraktım. Sarmadı... Çünkü alışmışım bir kere kağıda monitörden haber okumak bana göre değil imiş. Sonra ise biraz diğer bloglara baktım, bir kaç blog izleyeyim dedim ama beceremedim. DeviantArt'da ki sayfama biraz çeki düzen verdim.
Tüm bunlar bittiğinde saat sanırım daha yeni 12 oluyordu...
Zaten bütün gün yağan yağmur içimi sıkmışken bir de elektirkler kesildi. Bende yapacak bişey bulamadım ve uyudum :D Evet uyudum ve uyandığımda hava kararmıştı. Allahım ilk işsiz günüm bu şekilde uyuyarak geçti. Gerçi sonradan uyanıp karnıbahar yemeği yapmayı ihmal etmedim. Hala pişiyor...
Evde tüm gün yalnız olmak biraz sıkıcı... Hele ki bizim gibi her gün 50 kişiyle aynı ofiste, 1000 kişiyle aynı plazada çalışan, öğlen yemeklerinde alışveriş merkezlerinin food court'larında 2000 kişiyle yemek yiyen ve bu keşmekeşten yaratıcı bişeyler çıkaran için daha da sıkıcı.
Neyse uzun yazılar okunmuyor bloglarda bunu anladım fazla yazmıyorum o yüzden... Yoksa aklımda bir sürü şey var.

işsiz ilk gün

Bugün sabah aceleyle uyanıp, uyuşuk bir halde giyinip, saçımı başımı toplayıp servisin gelmesini beklemedim. Geçen hafta çarşamba günü çalıştığım günlük gazetenin sahibi geldi ve tüm çalışanları toplantı odasına çağırdı. Artık devam edemeyeceğimizi, krizin aslında teğet geçmeyip tam olarak göğsümüze saplandığını ve deneyebileceği tüm yolları denediğini fakat başarılı olamadığını söyledi.
Gazetenin adını yaşatmak istediğini ve bunun için çok çalışıp yeniden baskıya geçeceğimiz günlerden falan bahsetti. Tabi biz hiç birine inanmadık, çünkü ertesi gün tüm eşyalar çöp kovaları dahil apar topar satıldı ve çıkış belgelerimizi imzaladık. Amerikan dizilerindeki gibi masamızdaki özel eşyalarımızı da birer kutuya koyduk ve Hababam Sınıfı'nın okul sahibi artık okulu döndüremediği için kapanmak zorunda kaldığında dersi ormanda işledikleri bölümü gibi 'bizde gazeteyi parkta falan yapalım' geyikleriyle plazayı terkettik.
Hafta sonu bitti. Bugün pazartesi... Puff, bugün öğlene kadar uyurum diyordum, ama işe gitmek için kalktığım saatten iki saat önce uyandım... Yedi de... Tamam, belki bir çok insan için yedi kalkmak için ideal bir saat ama ben dokuz'da uyanıyordum ve istediğim kadar geç yatıyordum.
Evde bütün gün tek başıma ne yapacağım bilmiyorum henüz. Evden yapabileceğim bir kaç iş bulup yaşamaya çalışacağım. Grafikerim bu arada... Freelance işiniz olursa yardımcı olurum :p